Lapa lapa kar yağardı Kadıköy’de çocukluğumun üstüne

Yazar: Sertaç Kayserilioğlu

O yıllarda kış, kendi folklorunu büsbütün yitirmemişti henüz İstanbul’da… Karın iyice bastırmasıyla birlikte Kadıköy’ümün sokaklarında önce insanlar seyrekleşir, sonra da bir garip sessizlik çökerdi Suadiye’nin Kalamış’ın sahillerine, Altıyol’un Moda’nın kaldırımlarına… Bu kentte başka canlıların da yaşadığı o zaman fark edilir, böyle zamanlarda Kadıköy kendini ele verir, böyle zamanlarda İstanbul “Boğaz”ına kadar beyaza ve güzele batardı.

Kış denince 50’li yılların çocukluğu gelir aklıma… O karlı günlerde Kızıltoprak’taki ahşap köşkümüzün Şakir Zümre sobasında çıtırdayarak yanan odunların ısıttığı odamdan dışarı bakışım ve de gecenin içinde sokağın başındaki elektrik direğinin aydınlattığı huzmede vals yaparcasına uçuşan kar tanelerini seyredişim gelir aklıma… Kış denince, karların örttüğü rayların üzerinde tuz döke döke ilerleyen Fenerbahçe tramvayının geçişi gelir aklıma… Hele hele, bu bembeyaz örtü altında kapanan yollar nedeniyle okula gidemeyişimdeki o hınzır sevincim…

Kış denince, uyduruk tahta merdivenlerden bozma kızaklarımızla henüz bomboş arsalardan aşağı kayışlarım gelir aklıma…  Sonra da, gökyüzündeki mor kızıl karışımı renge bakan annemin; “Kar topluyor… Yarın daha çok yağacak!”  sözleriyle birlikte, içime yığılan yoğun sevinç gelir aklıma, en büyük kartopundan daha büyük…

Kış beyazlık demekti önce… Sonra da oturma odasında bütün ailenin bütün gece bir arada olması, bir arada sohbeti… Çini sobasının üzerine konan portakal, mandalina, elma kabuklarından çıkan tütsünün, sobanın yanına kıvrılışımdaki uyku mahmurluğuma karışması demekti. Sonra da, soğuk gecenin derinliği içinde bir yerlerden gelen bir hüzünlü boğuk ses: “Bozzaaa!”

Saçaklardan düşen buzları kıtır kıtır yemek demekti… Yürürken ağzımızdan çıkardığımız dumanlarla da sanki ilk sigara içişimiz… Okul çantalarımızın en değerli kızak olduğunu ilk keşfimiz demekti… Pantolonumuzun arkası sırılsıklamsa da evde zılgıt demekti…

İstanbul’a kış gelmesinin, yoksul arkadaşlarım için; eskiyen papuçların, olmayan paltoların çaresizliği manasına geldiğinin belki farkındaydım… Ama içim cızz ederek de olsa, çocukluğumun o affedilebilir günahsızlık hoşgörüsüne sığınmış olarak bu beyaza olan zaafımı yine de engelleyemezdim.

İncecikten yağıp elif elif diye coşturan kar ve kış, edebiyatımızda da yerini almış. Divan şairleri ise bizi şair Hicrani gibi yaz ortasında serin hayranlıklara götürmüş; “İçimde kor donar, buzlar tutuşur / Yağan ateş midir, kar mıdır bilmem?”.  En güzel kış tanımlarından birini ise Aydın Engin’in kaleminden okumuştum: “Kış ortasında Burgaz’da bir ığrıp motorundan inen mavi gözlü genç balıkçı üşümüştü… Sarı bıyıkları diken diken, bağrı apaçıktı. Rüzgâra döndü, güldü: “Es bakalım, imansız” dedi. “Es bakalım şimdi yiğidin bağrına bağrına… Ağustos’ta neredeydin?”

Görülüşe bakılırsa Orhan Seyfi Orhon’un dile getirdiği “asırlık bir derviş gibi elinde buzdan asa, koltuğunda bir ney ile dolaşan bembeyaz uzun saçlı kışlar” artık İstanbul’a uğramaz oldu. Mart’ta kapıdan baktıran o eski kışlar, bembeyaz güzelliğiyle yöremize gelip kapımızı çalmıyor artık. Ama ne var ki, zaman yine de geçmişe hiç aldırmadan herkese farklı yaşamlar sunmaya devam ediyor… Ve de herkes kendi hayatını yaşıyor… Kimileri Ilgaz Dağları’nda yakalanıyor tipiye, geride kalan anıları bir hoş oluyor… Kimileri ise sabahın ilk ışıklarında ekmeği için adım atıyor, buz tutmuş yollarda yorgun adımları iz oluyor.

Ne diyeyim… Nice güzel duygulu kışlara ey Kadıköy’üm!… Nice huzurlu “beyaz sabahlara” ey vatanım!..

R. SERTAÇ KAYSERİLİOĞLU

k iletişim yayınları

Beğenebileceğiniz Diğer Haberler

Bir yorum bırakın